Birbirlerini döven kılıç sesleri kulakları sağır edercesine kilometrelerce öteden duyuluyordu. Magmarlar ve insanlar belki de tarihlerindeki en kanlı savaşlardan birine tutuşmuştu. Mücadele günlerdir aralıksız devam ederken insan ırkının sayı üstünlüğü Magmarları zorluyordu. Neredeyse bir magmar başına beş insan düşen bu savaşta, umutlar yavaş yavaş sönmeye başladı. Komutanların sesindeki titreme artık verdikleri komutlardan hissedilmeye başlamıştı ki, savaşın yaşandığı açık arazinin biraz uzağındaki büyük bir tepeden tek bir ses gibi duyulan fakat kalabalık bir topluluktan geldiği anlaşılan bir bağırış duyulmaya başladı. Tepenin her yerinde alevler belirdi. Alevler geceyi öyle bir aydınlatıyordu ki, hem magmarlar hem insanlar gün doğuyor sandı. Kafalarını kaldırıp tepeye baktılar. Magmarların ilk efsanevi hanlığı, tüm üyeleriyle alevlerin içinde sırayla boy göstermeye başladı. Zırhlarından yansıyan ışık o kadar parlaktı ki, bakanlar neredeyse kör olmuştu. Elleriyle gözlerini siper etmek zorunda kalmışlardı. Daha korkutucu olansa gözlerindeki ateşin, etraflarındaki alevlerden çok daha canlı ve korkutucu olmasıydı. Liderleri bineğiyle bir adım öne çıktı ve ordunun ön hattı boyunca gezmeye başladı. Sırayla ordusundaki her bir üyenin gözlerine bakarak önlerinden geçerken ağzından tek bir kelime dökülüyordu. ‘’ATEŞ!’’. O her bağırdığında, ordu da onunla birlikte tekrar ediyordu. Artık herkes, komutanlar dahil savaşmayı bırakmış ve onlara bakakalmıştı. Sonra Ateş Hanlığının lideri, alevli baltasını savaş meydanına doğrulttu. Efsanevi hanlıktaki herkes, kalkanlarını ve silahlarını aynı anda yere vurmayı kesti. Bir anlığına ölüm sessizliği tepeye hakim oldu. Sessizliği yine tek bir kelimeyle bozdu, ‘’YAKIN!’’. Ordu muazzam bir savaş çığlığıyla tepeden aşağı inmeye başladı. Öyle büyük bir kudretle ilerliyorlardı ki, alevler de onları takip ediyordu. İçlerindeki ateş, dışarı çıkmıştı adeta. Meydandaki insanlar çaresiz gözlerle komutanlarına bakarken savaş pozisyonlarını geri almaya çalışıyorlardı. Az sayıdaki Magmarlar ise kalkanlarını çekip tekrar atağa geçmek için doğru anı beklemeye başlamıştı. Ordu meydana yaklaştıkça yerin titreyişi de alevlerin düşmana saldığı korku gibi arttı. Ordu, kalbe saplanan bir hançer gibi insanların arasına daldı ve önlerine çıkan hiçbir şeye merhamet göstermedi. Hiçkimse, aralarında en çok savaş görmüş olan savaşçılar bile daha önce birbiriyle bu kadar uyumlu savaşan bir hanlık görmemişti. Sanki tek bir beden, tek bir vücut gibi savaşıyorlardı. En zayıfından en güçlüsüne, birbirlerinin arkalarını kollayarak en ufak bir zaiyat bile vermeden ilerliyordu Ateş. Geçtikleri yerlerde kan ve alevden başka hiçbir şey kalmıyordu. Çaresiz insan ırkı bineklerini kullanmaya başladı. Endargların yürüyüşü ve Şankaraların kükreyişleri savaş meydanını inletiyordu. Fakat bu bile magmarların çelik iradesini delmeye yetmeyecekti. Ateş hanlığındaki her bir savaşçı ve büyücü ustaca savaşıyordu. Bazı büyücüler o kadar ihtişamlı ve güçlüydü ki, tek bir büyüleri birkaç insanı aynı anda buharlaştırmak için yeterliydi. İnsan ordusu, pes etmeye ve af dilemeye başlamıştı fakat magmarların durmaya hiç niyeti yoktu. Son düşman da yanıp kül olana kadar devam etmeye kararlıydılar. Şafak sökmeden Magmar ırkı zaferini ilan etmişti. Meydan, düşmanlarının kanlarından oluşan gölcüklerle doluydu. Hanlık lideri sağ kalan son komutanın da kafasını bedeninden ayırdıktan sonra kanlı baltasını havaya kaldırdı ve ordusundan zafer naraları yükselmeye başladı. Tek bir ağızdan ‘’ATEŞ!’’ diye bağırıyorlardı. Bu son savaş değildi belki de, fakat en ihtişamlı savaşlardan biri olduğu kesindi. ‘’Cesaretimiz ve cüretimiz, birbirimize olan bağlılığımızdan gelir!’’ |